SAKAL



Çaresiz olduğunu düşündüğüm adam, karşımda durmuş yitikliğime ve düşüncemin sığlığına alaycı alaycı sırıtıyordu...

 Kahvaltı yapmak için eski taş fırında yarım saat bekledikten sonra çıkan sıcak taze açmayı alıp Recep'in yarım asırlık kahvesine girdim. İçeride benden başka altmışlı yaşlarda dört beş yaşlı adam vardı. Selam verip kapının hemen yanındaki masaya oturdum. Kahveci Recep her zaman ki gibi sormadan çayımı yanında tek şekerle önüme bıraktı. Bu sabah gözleri yarı kapanıktı. Dünden hasta olduğunu söylediği için buna yordum yorgunluğunu. Hemen sonra sabah namazından dönen üç kafadarı gördüm. Selam edip karşımdaki sobanın yanına kuruldular. Bu üç adam her sabah karanlıkta camiye varır sabah namazı kılıp kahveye gelirler. Otururlar oyun başına ve kalkmazlar uzunca. Günde bir vakit namaz ve beş vakit oyun onların tutkusudur. Herkes bilir onları ve saygıyla tanırlar bu güzel ve güleç adamları.

  Sabah vakti benim de keyfim yerindeydi. Zaten ne dert ne tasa pek uğramaz sabahları. Sıcak çaylardan ikincisi aralıksız geldi. Recep uzun zamandır aksaklığını gizlemeyi bırakmıştı. Artık daha çok yalpalıyor fakat daha rahat görünüyordu. Ayağını sordum önce iyi dedi, sonra mübalağa etmekten kendini alamayıp  “aslında şeytan diyor kesip at, kurtul.” Bunu deyince kahvenin her sabahki ilk müşterisi (derler ki; hatta bazen Recep’ten önce gelir çayı beklermiş, ben pek rast gelmedim.) bayağı pürüzlü sesiyle “şeytan diyorsa yapma Recep, başına iş alırsın.” dedi gülerek, Recep ise cevap olarak “yav bırak senden büyük şeytan mı var Sülo” dedi ve yaşlı bir kahkaha koptu kahveden ve keyfim bir kat arttı ve aktı çayıma, ondan tattım keyfimi bir hoş oldum. Açmamın ilki bittiğinde bir düşünce sardı beni, yazma sancısı kapladı içimi. Pencerenin uzun ince, yıllıklı çatlağına daldım. Pencereyi her sabah silen Recep çatlakta biriken kirle boğuşup sonunda inatla onu da silerdi. Fakat bu gün vazgeçmiş olacak ki, kir duruyordu yerinde. Pencereyi izlerken, çatlağın bittiği yerde bir adam gördüm. Bankta oturmuş bir şeylerle uğraşıyordu. Yavaş ve ağır hareket ediyordu. Biraz sonra kahveye geldi bir çay isteyip kahvenin en karanlık köşesine oturdu. Kafasını hiç kaldırmadı, çayına odaklanmıştı. Üzgün ve yorgun bir hali vardı. Çayını dışarıdaki ağırlığından ödün vermeden içiyordu.

    Kafamı çevirip yazmak için kalemi aldım, dünden kalan hikâyemi bugün tamamlamak istiyordum. Fakat yapamadım. Karşımda duran bu sakallı adam ilgimi dağıtıyordu. Kalemim onu tasvir etmek istiyor gibiydi. Karanlıkta oturduğu ve benden yana bakmağından yüzünü çok net kestiremiyordum. Biraz sonra güneşin de yardımıyla yüzü belirginleşti. Yüzünü kaplayan grili-siyahlı sakalı, gür kaşlarıyla uyumluydu. Büyükçe burnu bir kartalın gagasını andırıyor, yüzündeki kırışıkları daha da belirgin kılıyordu. Kafasını kaldırdı ve göz göze geldik. Uzun uzun baktı. Sonra yavaşça yanıma gelip masama oturdu. Hiçbir şey demeden bakmaya devam etti. Ağır, bozuk ve mümkün ki tütünden yıpranmış sesiyle bana "Sigaran var mı?" dedi. "Var dayı." deyip, verdim. Aldığı sigarayı kırıp içindeki tütünü döktükten sonra cebinden bir yaprak arap kağıdı çıkarıp tütüne sardı. Çayımızı alıp dışarı çıktık, sigarasını yaktı, uzun uzun baktı tekrar. Hiç bir şey demedi yine, ben de demedim. Sigarasından her seferinde büyük nefesler alıyordu ve sakallarından yoğun dumanlar yükseliyordu.

    Baktı, baktı, baktı… En son çayı bittiğinde gözlerinde kan ve sıkıntı vardı. Bitkin olduğunu düşündüm, yoksul ve sıkıntılı olduğunu. Acıdım -ne büyük hata- sınırımı aşıp acıdığımda yüzünün ifadesinin bir anda değiştiğini hatırlıyorum. O andan sonra hep gülümsedi. Çaresiz olduğunu düşündüğüm adam, karşımda durmuş yitikliğime ve düşüncemin sığlığına alaycı alaycı sırıtıyordu...

  "Sağ ol." dedi, bana baktı sigarasını söndürmeden çay bardağının kenarına koydu. Ayağa kalktı ve tekrar “Sağ ol.” deyip arkasını döndü, gitti...

Yorumlar

Popüler Yayınlar